İS TURİZM
Şubat’ın 26’sına varmadan akşam 7 gibi eski yarım otobüse atladım hatıralı bir yazhaneden. Yolculuğum yeni adıyla terminal, asolan adıyla otogara doğruydu. Yazhane yazhane dolaşıp bavul topluyorduk bir de bavul yanında kaşkola sarılmış kardan maneviyatlar. Hakları helal mi haram mı bilinmez memlekete. Soğuk muydu bu hikayeyi başlatan soğuğa özlem miydi hissettirmiyordu. Şubat’ın içinde gün yüzünü görmek nasip olmuyordu. Ruh gittikçe talaş kokusu çekiyordu. Hayata karşı öksürük alerjik duruma geliyordu. Neşat baba yolcu diyordu şimdi radyo. Her yerde renklerin hakkı üstümüzde kalırcasına bir sadelik vardı. Beyaz renkli bir fotoğraf daha galeriye gitmesin isteniyordu mahalleli tarafından. İstanbul içi trafiğe sıkışmış, kaza ve ölüm sesleri birbirine karışmış, deniz kokusuyla boğazın yalıları özdeşleşmiş ve ormana doğru şöför yola devam ediyordu. Kısa sürüyordu nefes almak yeterince balta girmişti buralara. Ağaçlara yetmediği yerde kadınlara, hayvanlaraz cocuklara sunuluyordu yani peki tekin yer değildi ama bizi yitiren tekinliği olmuyordu. Kimsenin kimseye muhtaç veya kimsenin güce muhtaç olup olmadığı bilinmiyordu, bilindiği an köşeye çekiliyordu.. Zaman geçmişken kafamı otobüs camına yaslamıştım. Erken uyunur, erken kalkılırdı burada. Yanımda maneviyatı yüksek, sakalına ak düşmüş kimse yoktu ki isabeti şu oldu ‘bir gram dinleyecek halimde yoktu’. Bu konuşma bilinmediği için tepkiye mutsuzluk yanaşamadı. Yolun devamında araç sayısı azalmıştı. Dinlenme tesisleri birkaç kilometreden oldukça uzaklaşmıştı, arabaların ışıkları zifiri yolu aydınlatacak donanıma sahip değildi. Kar gecenin ayazıyla buza dönüşüyordu. İnsan ruhunu bedeninden ayırmak bir ayak fren ile ilişkendirilmişti. Ölüm hakka yakındı. Ne kadar düşünürsen oraya ulaşıp ulaşamayacağına da senin karar politikandaydı. Ay bugün filmlere süsleyecek kadar güzel değildi yarım ay denebilir mi o bile tartışmaya açıktı. Burada gökyüzüne merak nasıl ilerdi merak ettim duygusu. Kaptan sağ sinyalleri aşağı doğru açmıştı. Birkaç teker ilerleyelim isli duvaların içinde çorba yudumlayalım diye mola saati anons ediliyordu. Benden başka inecek bir halk insanı yoktu. İs kokusuna çocukuğunda ulaşabilen insanlardan ayrışmış ‘merak kurbanı’ bir nesilin klasiklerinden olmuştum. Merakımı yıllar geçtikçe bakıp hatırlamak bana aitti. Belki birazdan ayrışırken neden bir çorbanın anne evinde değilde gece yarısı otobüsünde olduğu sorgulayacaktım. Annem beni çorbayla büyütmüş gibi bir his vardı içimde. Arkamda ki eşofmanlı takımlar üstlerini yanında taşıdıklarını zannedenlerdi. Ne bilmem ne maemaısnın kendisiyle oturup sohbet içmek çok ‘istekli arzulu olma’ durumuna bağlıydı. Çorba ezogelin mi mercimek mi derken süzgüsü olmamış, tane mercimeği sıcak ve sulu şekildee yemek o anda haz alınan bir hatıraydı. Arkasında pahalı, şöhretli insanların olmadığı yerde yemekteydi. Kendi inancı yemeğin bulunmayanların yaratıcı ile iyi bir diyalog halinde olmadığının istinasındaydı. Fazla yemeği düşünmek de bir kismi hastalıktı. Ne sunulduysa kabüle alan bir mide ekonomistiydi unvanı. Baharatı, duvarların isine benzetiyordu özellikle karabiberi severdi, yemeğe katılacak bir çay kaşığı olmadığında bir duvar süzerdi gözleriyle. Yemeğin tadına varana kadar bakardı, bakardı. Bakmaktan boya çatırdarz sıva gözükürdü. Bir cekete bakmaya korkar olmuştu. Hesabını kürdana karşılık yediği bir his olmuştu. Malikanenin içinden dişleri temizleyerek çıkmak tokluğumunun gösterisiydi. Tok insanın cevreden fazla sevgi kazanacagı düşüncelerine yerlesmisti. Ancak bir yok başka bir acı doyurabilir değil miydi? Eski bir hoparlör, yarısı cızırtı çalar, plaka okuyordu. Kürdan ağzında sararmıştı, dişleride bunu tamamlıyordu. Modanın odunu denilen gömleğin cebine sigara koyduğunu anımsamıştı ama bir düşüncede kaç duman yuttuğunu hesaplayacak matematiğe sahip değildi. Kalmamıştı anlaşılan cigarası. Plaka tekrar anons etmişti. Kaptan içeride yolunda mutlu gitmeyenler ile beraberdi. Para hesabı kulaklara yansıyordu yörenin küfürlerini gurbette olanlar anlamıyordu. Bavulunu istedi yüksek sesle okul yüzü görmemiş muavinden. Hayatı yollara adanarak geçecekti muhtemelen. Yaptığım işi sevmek diye bir hâkimliği yoktu hayatına. Eski bir yöre otobüsünde olduğu içindi ekmek bulabilmesi. Oralara da yeni araçlar, mektepli insanlar yerleştiriliyordu. Şükür ağıza pelenk olmuştu. Bavul dediğimiz şey tahtadan yapılmış diktörtgen bir çantaydı. İçini aştı, kıyafete rastlanmadı. Ayaz vardı burnunu hissetmeyen ahali poşetin kokusunu aldı. Adıyaman tütünüydü içinden çıkan, çarşafıda vardı. Sarmaya başladı, diliyle ıslattı. Dili kuru değildi, çayı eksik etmezdi hayatından. Kibriti cigaraya tutuşturdu. Dumanı içine, keyfi psikolojisini düzeltmeye yöneldi. Araç hır hır çalıştı, neşet ertaş yolcu, radyoda sazını tıngırdadı. İnsan ölür, ruhu ölmez derdi.. Bir şarampole yuvarlanan hayatta olabilirdi hikaye bir kadına varışının hissayatıda. Şarampol öldürür, kadın titretirdi. Dokunmayı bilenlerdendi. Kendisi hariç herkese mutluluğu hakim kılmak isterdi. Becerisini kullandığı yere raslayanlar şahitti. Işıkları kapandı otobüsün, uyku ağırlaştı.. Yollar, beyaz dağlar kara kaldı.. Sabah olur mu bilinmezdi müziğin sesi kısıldı ‘garip bülbül gibi feryat ederiz’ dediğini duydu.. Biraz daha dinledi..
Bitirdi..
Hep yolcuyuz böyle gelip gideriz..
Dünya senin vatanın mı yurdun mu?

Bu yazı ‘ Neşet Ertaş & Yolcu’ türküsüyle yazılmış, yazı bitene kadar türkü tekrar etmiştir. Yazıyı Spotify listesine ekledim. Okurken türküyü dinlemeniz sizi yazının hissayatına daha fazla yakınlaştıracaktır.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir