Yaşam, zaman, nefes hissiyatının 7 semasında; gökçe denizin al rengi yeraltı sarnıçıyla kuşaltılmış, gül kurusu rengiyle bir cihan’ı haset etmiş, irfan’ı mihrak’dan tabiat’a, boğaz’ı asya’dan avrupa’ya, beşer’in gönlüne, gözüne, lügatına bir yıldız, kendine bir acun olmuş Şehr-i İstanbul. Galata Kulesi kadar koruyucu, Kız Kulesi kadar seyirliğin, Ortaköy kadar İstanbul benim dediğin Evren’de, benim 22 yaşım. Bir cadde ilerlemeden, arka sokaklarına giremeden bir selam ver, tarihe, kahramanlarına, savaşcılarına, zenginlerine, fakirlerine, orta hallilerine, ormanlarına, betonlarına, camilere, cemevlerine, kiliselere, seni izleyen şehirlere, ülkelere, siyasilere, seni temizleyen hastalıklara, son nefesini verdiğin ölenlerine, haydarpaşa’da kazananlara ve kaybedenlere bir selam Şehr-i İstanbul’dan, Rotasız’dan birkaç kelam İstanbul’a. Birkaç kilometrelik uzaklıkta diyemeyeceğim kadar uzak, yüzlerle ifade edemeyeceğim kadar yakın bir semtte, asya’nın içinde İstanbul’u yaşadım, yaşıyorum. Üniversite dönemimin son yılında memleketin gözbebeği ilçelerinde Kadıköy’de, Beşiktaş’da, Beyoğlun’da Üsküdar’da seyir keyfi, sanat dolgusu, sohbet doyumu alıyorum. Eskilerde Pendik’den, şimdilerde Kartal’dan batıya yolculuğuma başlıyorum. Bir metro, bir tren veya bir otobüs ulaşımıma bir sahil rengi mutluluğu’da verebiliyor, bir darpe kargaşısıda, artık hangisini seçtiğime bağlı. Not, Sahil Rengi Mutluluğu: Mavi denizin, heybeli, kınalı ada manzarasının, şiirlerine dalıp, palmiye ağaçlarına yaptığın bir yolculuktur.
Varış durağı Kadıköy.
Cemal Süreya’nın, Kemal Tahir’in
Barış Manço’nun, Fazıl Hüsnü Dağlarca’nın, okurken duygularımızda bir sanat, bir şiir, bir beste, bir paragraf belirten isimleriyle bir ilçeye konuk bedenlerin, arka sokaklarından sanat akan yolların, zamanının sahilinden kalkan balonları, istanbul’un ilk adım yerine Haydarpaşa’ya merhaba diyen çoşkulu kavuşmalara şahitim diyen, özgür, mutlu, heyecanlı semt Kadıköy.
Nostaljik tramvayın ilk durağından son durağına Bahariye’ye, Moda’nın ruha vitamin sahiline, Kadıköy’ün neferi olmuş Boğa’ya ulaşırsınız; entellektüel insana, bağdat caddesine, kalamış koyuna bir yelken açarsınız.
Balık pazarlarından, rakı sofralarına, zanaat kuruluşlarından, rexx sinemasına, fast food yiyeceklerden, bir kütüphane bilgisinde kitaplığa ulaşmış Kadıköy’den mavi, yeşil bir sandal ile Boğaz’a , bir motor ile adalara, bir güvertenin tepesinde Beşiktaş’a yol alıyorum.
Varış iskelesi, Beşiktaş;
Kaptan-ı Deryaların semti, Rumeli yakasının saraylarla çevrili, Semt-i İstanbul’un kültür, sanat, eğitim başkent’i Beşiktaş, siyah-beyaz’ın simgesi, Emre’nin son nefesi olan boğaz’a oynanan maçların konuğu olan Beşiktaş.
Emre: Yakın zaman içerisinde kaybettiğim dostum, kardeşim büyük beşiktaşlı.
Ağaçlı yolun üzerinde, Gazi Mustafa Kemal Atatürk posterleriyle bir ebediyet’e doğru çıktığın yolculuğun ilk durağında Dolmabahçe Sarayına, durmadığın’da Çırağan Sarayına, Ortaköy’e, fevk’e doğru tırmandığında Yıldız Sarayına ulaşır, bir teleferik yolculuğunda maçka parkında nefes alırsın. Dar caddeleri’nin kapladığı renkli ruhlu barları, sadeliğiyle tad veren yemek restoranları, boğazın ruhuna uzanan bebek’in arnavutköy’ün modernizm’i, levent’in ekonomisi, akaretlerin fotoğrafçılığıyla bir albümün en güzel kapağısın İstanbul’un Beşiktaş’ı.
Açılan deniz kapılarının, uçan martıların, ardı ardına dizilmiş sarı dolmuşların yanından ayrılıyorum Beşiktaş’dan. Yerinaltında, Füniküler rotasına uzanıyorum, Beyoğlu’na varıyorum.
Beyoğlu, her dalının bir tarihe değdiği, Şişhane ve Tünelbaşıyla filizlenen İstiklal Caddesi boyunca uzanan,19. yüzyıl eserleri boyunca bir sevi, bir ihtiras ile gözün özünde tarih’i gördüğün, cihan-ı milletleri bayrakları ile canlandırdığın, direniş’in simgesi yaptığın, istanbul’un çatı katı olan, bir kule’den İstanbul’a hakim, bir kuleden, 7 gök’e selam veren, antoloji değerlerinin ürediği, geçmiş’in gününde sanat, spor, müzikal değerlerin müzeleriyle kentin yaşam bulvarı olmuş, değeri konulamayacak antika bir semt, bir büyükdede, beyoğlu. Kıvrımlı yolları, arnavut kaldırımlı sokaklarının vitamin dolu büfeleri, eksantrik dükkanları, görünümü bir sanat olmuş kiliseleri ile indiğim yolların sonu bir Karaköy;
fikrin, ilmin, irfanın bir mektep’de buluştuğu, bir gülümseyen bir hüzünlenen tiyatronun sahnesine perde açtığı, bir operanın bir müzikalin cihanın sesine ses kattığı yuvalarıyla Beyoğlu Mahallelerinde olmak yaşamak derdi, 16 yaşım. Entelektüel insan’ın nefesinde, kitap kapatmayan caddesinde, birkaç parça çikolatayı damağında hissedip, renkli sokak lambalarının altında ıslanmaktı İstanbul’da Beyoğlu’nda yürümek, Beyoğlu’nda olmak.
Bir vapur gözü demek Beyoğlu, bir baştan diğer sona bir tramvay, bir nostaljik tramvay, onlarca otobüs, yüzlerce sarı plaka, binlerce insan demek; adım atmanın ötesinde seyir demek Beyoğlunu izlemek, yaşamak derecesinde Beyoğlunu hissetmek demek.
Boğazın üstünden, boğazın altına doğru yolculuk yapıyorum, güverteden Üsküdar’ı izliyorum.
Varış noktasında, doğumumu görüyorum, yanyana Kızkulesine doğru seyre dalmış insanları, metrelerce derinliğin yanından yürüyen, kulelinin beyazlığında, gözleri kırmızı, gözleri mavi, gözleri sarı renk olan insanların manzaralarını kartpostal oluşturuyorum.
Dünyayı kucakladığım yerlerden, dünyaya açıldığım ilk yere varıyorum, Üsküdar’a sarılıyorum.
Tarihi yarımadanın karşısında, adı altın, adı kalkan şehir olarak anılan, Fenikeliler’den Büyük İskender’e, Roma İmparatorluğuna ulaşan, salacak sahilinden, Fethi Paşa korosuna ulaşan, bir İstanbul dürbünü olan Çamlıca Tepesinden,
Kuzguncuk evlerine bir berduş olup kuş bakışı uçan, mimarisinin şiir barından ibadet yerleriyle, valide sultanın hababamıyla, boğazın iki yaka sahiline ev sahipliği yapan kadim semt Üsküdar.
Hafif hafif esen rüzgarında, masmavi sularını çarpar boğaz, beylerbeyi sarayına. Tarihi çınarın altında tazelenir çaylar, birkaç masa yana kayarak sohbet. Sonbaharsa mevsim teoman dinlersin, bir boğaz, birkaç milyon insanın yanında, bir kalp hatırlarsın, elinde veya yüreğinde. Her zaman kolay değil, sevmeden sevişmek der beste, ruhuna göre yorumlarsın istanbul’u, ama en güzel hissettiğin yerde yürürsün o an, adımların nereye basarsa bassın üsküdar sahilindesindir hep çünkü kızkulesi ve adalardır kulağına gelen. İstanbul’a tekerlerin ilk ayak bastığı yerdir Üsküdar, harem otogarına yanaşan tekerler, denize karşı parkederler kendilerini, istanbul’a gelen herkes boğazın yanında uyanır. Ya bir boğaz üstü uçuş, ya tarihi istasyonun kapısı, ya da denize sırtını vermiş yazhaneler. Sevgi verdikçe, korudukça, gülümsedikçe alırsın bu şehirden, bir cihan’a hükmetmiş, bir cihan’a sığamayan şehirden, bir ekmek’de bulamadan gidebilir, bir pasta yapabileceğin kadar da yaşayabilirsin bu şehirde. İçine almadığım 35 semtine, saraylarına, camilerine, tarihi evlerine, kiliselerine, limanlarına, insanlarına dokunmadığım İstanbul, belki birkaç blog içerisinde daha kucaklaşırız ama ihtiyarlıkta bir kitap olacağız seninle.
İstanbul’a ve İstanbul’u yaşayanlara..