İnsanın yaşadığı tecrübeler bir söze girişinde, bir yazıya başlangıcında kendine bir güvendir. Yaşadığı duygunun gerçekliğine inancı olmalıdır. İnancı olan bir kimse de hayatı boyunca yalnız kalmayacaktır.

            İnanç, duygularımızın içerisinde yaşayan ve yaşamımızda sürekliliği olan apaçık bir gerçektir. Hayatımızın rolünü üstlenen, asla kendimize soramadığımız soyut bir kavramdır. Bir okul içerisinde eğitim alırken eğitimden duyduğumuz inancın bize o yolda devam etme başarısını sağlayan inanç gibi, inanç başarısı yakalayabilirsiniz. Sonra bir zaman, duygularımızı, düşüncelerimizi paylaştığımız yakın çevremizden bir gün geri gelecek düşüncelerin terbiye edilmemiş durumu gibi bir inanca sahip olursunuz adını koyduğunuz inanç yanılgıdır. Bir sınır, bir vakit belirlenmeden başladığınız ilişkilerin yıllar içerisinde devamlılığını getiremessiniz, bir şeylerde çaba ararsınız, eskiyi hatırlayamacak kadar sınırlarını kaybettiği anlarsınız ve artık adığını koyduğunuz inanç yalnızlıktır. Bilmelisiniz ki inanç her zaman kazanımların, unutuluşların, hatırlanmak istememelerin kendisidir, inanç başladığında her şey başlar ve inanç bittiğinde her şey biter sonrası,öncesi diye bir şey yoktur. Zamanı sadece o iki çizgide yaşayabiliyorsunuz. Gerisinde sadece yaşamınızdan saatler eksiltiyorsunuz ve öyle ki inanç çizgisinde olmayan bir yaşam kum saatini çevirmeyi unutmuşsunuz gibidir o vakitten sonrasında yeniden kumu farkettiğiniz an hızlıca döndürmeye el atıyorsunuz ya da  kum saatini geri döndürmesini birinden bekliyorsunuz ve yaşamınızı birkaç kum saati çevirirek tamamlıyorsunuz.

           İnsanla ilgili konuşulan konularda, yazılan yazılarda bazen ortak kelimeler görürsünüz, ortak anlatımlar, ortak hikayeler anlatılır. Ben de insanı işlediğim başlıkların altında elbet bir önceki yazım içerisinde ki bir cümleyle karşılaşabiliyorum. Burada ki kesişim noktası yazarın yazacaklarının tükenmesinden gelmiyor aslında. Burada insanın tükenmesinden geliyor konu. Bir bilimi işlemiyorsun, bazen ‘ya bu kişiyi çözdüm’ diyorsun, yaptığına bir keşif duygusu konduruyorsun ama yıllar önce yazılmış eselerde buluyorsun aynı cümleleri. Bugün topluluk önünde yapılan açık oturumlar, komedi programları, yarışma programlarını izlediğinizde de tükenen kelimeleri görebilirsiniz. İnsanların fiziksel değişimleri asılardır süreklilik halinde devam ediyor, zihinsel gelişimleri yıllardır toplumları her konuda refah seviyesine getiriyor fakat insanların ‘vicdan ve insanlık’ kavramı içinde yaşadıkları, söyledikleri kişisel ilerleyişlerine asla yansımıyor. Toplum ilk ortaya gün çıktığı ne kadar insanlığa sahipse bugün de o kadar insan. Bu da bir kuyunun sonuna ulaşmak gibi. Kişi kuyunun sonuna ulaştıysa artık daha fazla inebileceği bir yer de, yukarıya tırmandığın da keşfedeceği yeni bir duyguya da sahip olamayacak. İnsanın, insanlık duygusu o kuyuda kalmış.

       Albert Camus Veba kitabında der ki, ‘Bir kenti tanımanın en bilindik yollarından biri de; insanların orada nasıl çalıştığına, nasıl sevdiğine ve nasıl öldüğüne bakmaktır’.

           Siz yaşadığınız kenti nasıl tanımlayabiliyorsunuz?  Siz kentiniz de çalışan milyonları izleyebiliyor musunuz? Trenlerin içerisine sıkışmış her bir kişide olan yeteneği, emeği görebiliyor musunuz? Sizin insanların nasıl sevdiğine karşı cümlelerinizin, cevaplarınızın olduğunu biliyorum, sizin aşk ile hayat arasında yaşadığınız duygunun savaşına elbet bir yaşınızda karıştığınızı görüyorum. İstanbul’da doğduğum için değil bunu görebilmem, sorunlarınızın ve dertlerinizin neden başladığına bakmam ile görüyorum. Bu duygunun sadece kenti tanımaya yetmeyeceğini de biliyorum. Yeterince tanınmayan bir kent içerisinde ömür boyu mutlu olamayacağınızı da biliyorum. Yaşamınızı seçeceğiniz yerden başlamadığınız için belki her gün bir yerlerde birilerine hakaret ettiğinizi, ilişkilerinizin içerisinde sebepsizlikten sebep doğurduğunuzu, mutfak dolaplarınıza baktığınız da gözlerinizi doyuracak yemeğin olmadığında kentinizi iyi tanımadığınızdan görebiliyorum. Siz sevgiyi görebilen ama ölümün nereden geldiğini göremeyenlerdenseniz eğer bugün birkaç saatlik toplu taşıma kullanın veya birkaç saati kalabalıkların sadece yemek yediği yerde durun ya da sadece kahve içtiği bir yerde durun. Bunu aynı yerde başarabildiğiniz çarşı içinde değil, avm içinde değil sadece oraya size söylediklerimi yapmaya gelenlerin içinde durun. Kulaklığınızı çıkarın, bugün insanları dinleyin. Ailelerin özel hayatında ki konuşmalara şahit olun, terbiyesizlik yapmıyorsunuz merak etmeyin, arkadaş grubunlarının sohbetinden yükselen sese de kulak verin, hiç ses çıkmayan masalara da gözleriniz ile süzün. Trenler de insanların oturma biçimlerini hatta ayakta duruş biçimlerini tamamen şimdiye kadar hiç yapmadığınız o tecrübesizliğiniz ile yorumların. Kimin daha çok yorulduğunu anlayacağınızı düşünüyorum. İş toplantısıyla, gezmeye giden birini ayırt etmeniz bir telefon konuşması, yüz asıklığı, gülümsemesiyle ayırt edebilirsiniz ama biz sadece kimin ne kadar yorulduğuna baksak bile yeterli bugün. Dileğimizdir ki bizide birileri izlesin, dinlesin bugün ve bu kentin içinde kendine bizim sohbetimizden bir yer çıkarsın. Biz büyük bir topluluğunuz ve biz eğer bunu başarabilirsek, insanı farkersek, insanı ‘yaratıldığı değer de ‘ayakta’ tutabilir, ona verilen bu kadar yeteneği harcamadan onu insani bir şekil de uğurlayabiliriz.

     Tükenen bir varlık olayan yaşayan, inançlarıyla ilerleyebilen, vakti geldiğinde ‘ayakta’ uğurlanması gereken insanlarız.. Bu duyguları tanıyamassak bir kez daha tekrarlayalım eylemlerimizi..

 -sametevrenaycicek

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir